25 Şubat 2015 Çarşamba

İkinci kitabımda herkesin saldırdığı ve saldırmakta haklı olduğu bir adamla (bir bakıma adam haklı görüyor onları) herkesin hor gördüğü bir kadının macerasını yazacağım. İkisinin de  tek tek yaşantıları, onların birleşmesini zorunlu bir hale getirecek. Kimse adama acımayacak. Adam ise her zaman kötü değil. Gene de acımaya layık görülmüyor hiçbir zaman. Her zaman, başkalarının üstün olmalarının acısını yaşamış ve başını kaldırmadıkça küçümseyici bir hor görüşle izin verilmiş nefes almasına. Biraz direnip, ben de bir şeyler yapmalıyım dediği zaman binmişler tepesine; hem de aldırmadan, yaptıklarını farketmeden,  hemen unutarak yapmışlar bunu. Adam hiç unutmamış kendine yapılanları. Kendi yaptıklarını da, aşalığını da unutmamış, unutamamış. Kadın biraz başka türlü, hep almaya çalışırken kendine akılsızca güvenmiş. Haksızlık saymış başına gelenleri. Hep beklemiş cennete girmeyi. Adam bir cennet gibi görüyor ilk zaman ona. Sonra -ne yazık- birbirlerine eziyet ediyorlar. Adam bilmeden, iyi olduğunu sanarak; fakat bir miskinlik ve derininden kadının yanlış olduğunu sezerek... kadın da devamlı bir didinme ile. İkisi de yoruluyorlar. Hikayeyi kısmen adam anlatıyor. Kısmen başkaları. Kadın anlatmıyor. Yalnız adamla konuşuyor ve onu da anlatıyor. Sonunu şimdilik düşünemiyorum; fakat birçok bölüm yazabileceğimi hissediyorum şimdiden. Adam kendini çok didikliyor ve her yıkılışında, daha önceden yalnız kendinin bildiği küçük hesaplardan, küçük günahlardan dolayı bu yıkılışın olduğuna inanıyor. Adam sonra ne oluyor? Belki başka kitabın konusu olur bu. Onun bu yıkılışının sonuyla başlayan bir kitap. Onu, herhalde daha sakin bir devremde düşünebileceğim. Gene sondan başlamayı düşünüyorum. Bu sefer, formu daha esaslı düşünmeli ve yoğun, sıkışık bir şey olmalı bu hikaye.....

Oğuz Atay- Günlük-27 Nisan 1970 (Tehlikeli Oyunlar'daki Sevgi ve Hikmet'i anlatıyor)

31 Ağustos 2014 Pazar

her gün bir kez bu kitabın başına geçtim. her gün bir kez
dışarı çıktım kırık bir bulutla yürüdüm, her gün bir insana
bakıp, yüzümü yere eğdim. her gün bir gazeteye boş gözlerle
baktım. her gün birileri konuştu, onları dinliyor gibi yaptım. her
gün bir kez "neredeyim" diye sordum kendime. her gün bir kuzey
kışı indi içime. her gün karşımda duran fotoğraflarına
baktım. bir kez öfkelendim her gün bir kez sordum kendime neden bu
kadar bağlandın. her gün adalet ve zalimlik üzerine düşündüm.
belki de her şey. her gün bir barbar, bir medeni ile gezdim
sokaklarda. minareleri her gün sabaha ezan sesleriyle ben açtım. her
gün bir perdeyi aralamaya çalıştım. her gün hiçbir şeyi
anlamadığımı düşündüm, her gün her şeyi anladığımı
düşündüm. güvercinleri yolculadım. her gün, günlere
dayanamadığımı düşündüm. kitapları alt alta dergileri
kıvırarak yan yana dizdim. ne idüğü belirsiz yerler benimle
yürüdü. gördüğüm her "cümle" bana bir bıçak gibi battı,
anlamadım. her gün bir taş parçası söktüm içimden. her gün
uyku beni koynuna alsın diye yalvardım. her gün, gün bitiyor gece
bitmiyor dedim. her gün işlerin beni avutmadığını gördüm.
ayrılık günlerini sonradan niçin sisli bir perde gibi hatırlarız
diye sordum. öfkeni unutma dedim kendime her gün, unutursan
düşersin dedim. her gün en az bir saati ayakta durmaya, dimdik
durmaya ayırdım. her gün ömür sözcüğünü bir kez kalbimden
geçirdim. her gün ömür sözcüğü kömür gibi tınladı içimde.
her gün sana içimden bir kez "sevgilim" diye seslendim. her gün sana
bir kez "zalim" diye seslendim. her gün, yan yana oturup birbirine
rikkatle bakan iki yaşlı kadını düşündüm. her gün o
kadınların bu fotoğrafı yırtıldı dedim. her gün "âh" ettim bir
kere, bir kere o âh'ı geri aldım. her gün "yol arkadaşım" dedim,
kahırla kapladım sözlerimi. her gün acını tattım. her gün
unutmak için değil, unutmamak için ağu kattım kalbime. her gün
insan olmak ne çok kusur içeriyor diye düşündüm. her gün bir
kilidi açmaya çalıştım. başka bir şey vardı, başka bir şey;
ben sana dünyanın değil yeryüzünün diliyle seslenmiştim. çile
nedir, günah ne? bana ne bunlardan. dünyanın merkezi sendin her gün
ben senden uzayan uçsuz bucaksız bir kara.
karrrrrrrrrraaaaaaaaaaaaaa.

21 Aralık 2013 Cumartesi

Yaşamın, sana, bilmediğin, anlamadığın bir dilde; yabancı, tanımadığın bir üslupta, şarkı söyleyen biri gibi gelecek: Söylenen şarkı seninle ilgiliymiş, senden söz ediyormuş gibi bir duygu duyacaksın hep; ama, hep de, bilmediğin, anlayamadığın bir dilde, sana yabancı, tanımadığın bir üslupta olacak duyduğun…❞ -Oruç Aruoba 

27 Eylül 2013 Cuma

   Tuncel Kurtiz'i Kumru (1998) filmiyle tanıdım ben. 6 yaşındaydım ve canlandırdığı karaktere değil bizzat kendisine acımıştım. Sonra bir sürü popüler filmde görsem de hiçbiri beni Kumru'daki kadar etkileyemedi. Bi on üç yıl kadar sonra da Tabutta Rövaşata filminde Reis olarak izledim. Mahsun'un da benim de abim gibi olmuştu artık. Sonra zaman geçti. Ben yirmi iki yaşına geldim ve Tuncel Kurtiz oynuyor diye hevesle gideceğim filmlerin bir daha hiç başlayamayacağını öğrendim. Hayatta  her gün bir şeyler eksiliyordu. Bugün de kocaman bir kara delik oluştu sanatta. Anısına Kumru filmini yıllar sonra tekrar izleyelim istedim bugün. Özleyeceğim...

13 Eylül 2013 Cuma

   Günler bir sonraki günü bekleyerek geçiyordu. Beklenen an gelmiyordu bir türlü. Zamanı gelmemişti, erkendi. Uzağımızdaydı. Yaşadığımız anın güzelliğini de yokeden umuttu beklentiler. ''Sıfır beklenti yüzde yüz mutluluk '' demişti dostum. Ama beklentisiz hayatın ilerlemediğini unutmuştu. Umudu olmayan insanlar beklemiyorlardı. Gitmiyorlardı da... Yaşamak gidiyordu içlerinden. İçlerinden diyorum derilerinin altından. Gerçekten kaybetmeyi biliyorlardır artık. Mucizevi bir çaresi olmayan yirmi birinci yüzyıl hastalığına yakalanmışlardı. Geçmiş olsundu.   
   Kelimeler satılmadan parayla söyleyin abiler sevdiklerinize sevdiğinizi!


27 Temmuz 2013 Cumartesi


Ben de bir yere bağlanmadım ve bir yere gitmedim, öyle solgun nilüfer gibi bir havuzun içinde yalnız başına durdum, köklerimi salamadım, ne, olduğum yere sağlamca yerleştim, ne, başka diyarlara kaçabildim,

Bana bakanlar, beni seyredenler, beni sevenler oldu ama kimse yakasına takmadı beni, kimse odasına koymadı, kimse beni sulayıp büyütmek için uğraşmadı."

Ahmet Altan-Nilüferler

24 Temmuz 2013 Çarşamba

CAFE MÜLLER VE PİNA BAUSCH ÜZERİNE

   Pina Bausch'u keşfetmem kendisinin ölümünden sonraya rastlıyor malesef. İki sene önce Hable Con Ella filmini izlerken tanıştım Cafe Müller'le. Filminin ilerleyen sahnelerinde arkadaş olacak Marco ve Benigno'nun yanyana oturup izledikleri bir  dans tiyatrosuydu bu. Daha ilk sahnesinde etkileyici müziğin devreye girmesiyle Pina Bausch'un oyunculuğu karşısında gözlerim doldu.  Benim üzerimde yarattığı etki karakter Marco üzerinde de yaratmıştı.
  Kadın- erkek ilişkilerinin sahiciliğini şiirsellik ve dansla harmanlanışını izliyoruz Cafe Müller'de. Unutmaya, kaybetmeye, bulmaya, hatırlamaya, acı çekmeye dair döngüler vucütlar ile tanımlanıyor.

  Daha akademik boyutu için Mimesis Dergisinin Pina Bausch ve Cafe Müller yazısını okuyabilirsiniz.